DİB-MORA

Endonezya ve Türkiye’de Dinin Seküler Yasalarla Yönetimi: DİB-MORA

Global, Güncel, Türkiye

Modern toplumların en önemli iddialarından birisi laiklik ilkesidir. Buna göre devlet yönetiminde dinin emir ve yasakları belirleyici olamaz, din adamlarının konumu yönetimsel değer taşımaz ve dini kurumlar ortak kamu fonlarından yararlanamaz.  Elbette her toplumun sahip olduğu tarihsel miras laikliği de yorumlamalarını şekillendirmiştir. Dolayısıyla laiklik yorumu ve temel ilkeler ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. “Endonezya ve Türkiye’de Dinin Seküler Yasalarla Yönetimi: DİB-MORA” iki ayrı laiklik uygulamasını incelemektedir.

Dinin Endonezya’da modern süreçte kontrolü Din İşleri Bakanlığı (MORA) vasıtasıyla olmuştur. Türkiye’de de, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) vasıtasıyla dini saha devletin kontrolünde tutulmaya çalışılmıştır. İki laik devlet yapısında da, zaman zaman bazı seküler, radikal İslamcı, entelektüel, ötekileştirilmiş çevrelerden yükselen “DİB/MORA bağımsızlaşsın ya da kapatılsın” türü çıkışlar genel devlet elitleri nezdinde hoş karşılanmamıştır. Bu noktada “din kendi haline ya da din adamlarına bırakılamayacak kadar önemli bir olgudur!” teorisinin belirleyici olduğu açıktır.

Bu analiz yazısı İslam toplumları üzerine yaptığı araştırmalarla bilinen, Martin van Bruinessen’in, “The Governance of Islam in Two Secular Polities: Turkey’s Diyanet and Indonesia’s Ministry of Religious Affairs” (European Journal of Turkish Studies, 2018) adlı makalesi üzerine odaklanmıştır.

İçindekiler

Seküler Devletler ve Geniş Dini Bürokrasi

DİB başından beri devletin, dini kontrol etme aracıydı. Türkiye’nin kendine has laiklik yorumu sebebiyle dini hayat ve ulema başıboş bırakılamazdı. Bu amaçla kurulan DİB özellikle 1980 Askeri Darbesi sonrasında güçlü bir bürokratik yapıya kavuştu. Diğer yandan Türkiye gibi laik ve Müslüman çoğunluğa sahip olup, dini kontrol etmek için özel bir yapı oluşturan başka ülke de Endonezya’dır.  İki ülkede de seküler, Batı yanlısı elitler ilgili dini kurumlar aracılığıyla ülkelerini inanç konusunda aydınlatmayı hedeflediler. Ancak oluşturulan yeni kurumlar zamanla Sünni akidenin alternatif düşünceleri boğmasına neden oldu ve burada mücadele edilmesi hedeflenen çevreler kontrolü ele almaya başladı.

MORA ve DİB sahip oldukları muazzam personel sayıları ve dev bütçeleriyle iki ülkede de savunma sanayi veya eğitim bakanlıkları gibi bütçeden aslan payını alan kurumlarla yarışmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bu kurumların iki devlet için de hayati önem taşıdıkları ve “ulusal güvenlik meselesi oldukları” söylenebilir. Endonezya 2018 merkezi bütçesinde MORA için ayrılan ödenek 3,85 milyar Euro’dur. En büyük pay sahibi üçüncü kurum olan din işlerinin önünde 6,70 milyar Euro’yla savunma bakanlığı birinci ve 5,90 milyar Euro’yla emniyet ikinci sıradadır.

Türkiye’de ise hesaplar biraz farklıdır. Ancak yine de İmam Hatipler için ayrılan bütçeyle DİB ödeneği toplandığında 2,9 milyar Euro ödenek oluşmaktadır. En büyük pay ise 8,6 milyar Euro ile savunma bakanlığına gitmektedir. Türkiye’nin üç katı bir nüfusu barındıran Endonezya’nın din işlerini yönetmek için harcadığı 3,85 milyar Euro’ya karşılık bizde din işleri için 2,9 milyar Euro harcanması dikkat çekicidir. Bu oransal açıdan Endonezya’dan çok daha fazladır. Fakat Endonezya’da bölgesel yönetimlerin, Türkiye’de ise belediyelerin de ilave destekler sağladığı bilinmelidir. Bunlar en azından bu çalışma için kayıt dışı desteklerdir.

Bruinessen’in tespitlerine göre Türkiye ve Endonezya’da din işleri kurumlarının büyüklüğü ve kamu harcamalarından aldıkları pay benzer büyüklüklerdeki Pakistan ve Mısır gibi ülkelerden çok fazladır. Bu ülkeler şeriatı yasal olarak kabul etmekle birlikte dini hayatı kontrol etmek için DİB ve MORA gibi çok güçlü kurumlara sahip değillerdir. El-Ezher, Evkaf Bakanlıkları, şeriat mahkemeleri gibi kurumlar Mısır ve Pakistan toplumunun tamamına hükmetmemektedir. Burada DİB ve MORA’nın da salt manada “dini kendi başına bırakmama” düşüncesinden daha güçlü saiklerle desteklendiği akla gelmektedir.

İki laik ülkede din işleri kurumlarının dev bütçe ve kadrolara ulaşması mevcut iktidarların dinsel tercihleriyle ilişkilendirilebilir. Bu çok yanlış bir görüş değildir. Ancak yazara göre, iki ülkede de dini kurumların asıl sıçrama yaptıkları dönem 1961’lardan sonra olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında, iki ülkede de askeri vesayet dönemleri yaşanırken komünizmle mücadele amacıyla, “karşıt ideoloji” olarak İslam’ı devreye sokmuşlardır (NATO’nun Yeşil Kuşak Projesi bu yıllarda uygulandı). Dinin komünizme alternatif olması istenirken İslamcılığın alternatif bir politik akıma dönüşmesi tehlikesi sezilmiş ve bu İslami uyanışın devlet kontrolünde kalması hedeflenmiştir. DİB ve NORA’nın asıl genişlemelerini dindar hükümetlerden daha çok seküler yönetimler zamanında yapmalarının altında yatan sebep budur.

Endonezya ve Türkiye’nin Seküler Devlet Karakterleri

Endonezya ve Türkiye laikliği devlet düzeni için benimsemiştir. Ancak bu iki devletin de din işlerine müdahale etmediği anlamına gelmemektedir. Yapıları gereği büyük İslami nüfusu sıkıca yönetmeyi önemserler. İki örnekte de din işlerinden asıl maksat ana akım İslami toplumu yönetmektir. Ancak 1970’lerden sonra bütün Dünya’da olduğu gibi bu ülkelerde de artan dinselliğe ilgi sekülerleşme teorisyenlerini olduğu gibi iki ülkedeki laik sistem muhafızlarını da düşünmeye sevk etmiştir. Bu durumda devlet dine müdahaleyi daha da önemsedi

Sekülerleşme teorisyenleri üç tarz seküler devlet düzeni belirlemişlerdir; Öncelikle dinin, devletin baskısından korunmasını amaçlayan Amerikan vari seküler devlet düzeninden bahsedilir. Burada din devletin kanun ve politikalarında belirleyici değilse de kamusal alandan dışlanmamıştır. Serbestlik vardır. İkinci tarz sekülerlikte ise devletin, dinden korunması amaçlanır. Bu, en katı haliyle Fransa’da yaşanırken diğer Avrupa ülkelerinde farklı versiyonları gözlenmektedir. Fransız İhtilaliyle kiliseyi alt ederek iktidarı ele geçiren yenilikçilerin iktidarı koruma refleksiyle dini politik rakip görmeleri bu sistemin en önemli özelliğidir.” Laiklik” ilkesinin ABD’de özelinde nadiren konuşulurken Avrupa’da sıklıkla karşımıza çıkmasının sebebi bu farklılıktır. Üçüncü tarz seküler devlet örneğinde de bütün inançlara nötr yaklaşmayı temel ilke edinme vardır. Özellikle çok kültürlü ve dinli devletlerde bu yöntem denenir. Yakın zamanlara kadar Hindistan, Hollanda ve Endonezya bu tarz bir seküler düzene sahiptir. 

Türkiye yukarıda sıralanan seküler düzenlerden Fransız laikliğini benimsemiştir. Ancak önemli fark vardır. Bizde devlet kendisini dinden koruma refleksinin yanında dini şekillendir, yönetme ve ona hükmetme haklarından hiçbir şekilde vaz geçememiştir. Osmanlı’da Şeriyye ve Evkaf Vekâleti ile yönetilen dini saha, Cumhuriyetle beraber Diyanet üzerinden kontrol edilmeye başlanmıştır.

Endonezya’da ise asıl farklılık sömürge döneminde Müslüman aydınların bağımsızlık için önemli bir rol oynaması ve şeriatı kurucu ilkelerde açıkça görmek istemelerine karşın kurulan seküler devletin içerisinde sömürgecilerle iyi ilişkileri olan Müslüman olmayan çeşitli etnik ve dini toplulukların bulunmasıydı. Japon yönetimi altında (1942-45) Hollandalılara karşı ilk sistemli örgütlenmeyi yapan farklı etnik kökenden Müslüman Endonezyalılar ancak İslam ortak paydasında birleştiler. İmparatorluk geçmişlerinin yanında bu dönemde Japonlardan siyasi ve askeri destek aldıklarından yeni yönetimin parçası olmak istiyorlardı.  Böyle bir sosyal yapıyı yönetmek için katı laik politikalar uygulamak sakıncalar doğurabilirdi. Her ne kadar devletin kurucu beş ilkesinde (Pancasila) tanrıya inanmak varsa da İslamcıların şeriat istekleri seküler milliyetçilerce reddedilmiştir. Çünkü asıl vurgu çok kültürlü ve dinli bir Endonezya üzerine yapılmak istenmiştir. Ülkenin Doğusundaki, Batılıların desteklediği güçlü Hristiyan toplumla ayrılıkçı bir sorun yaşanmaması bu dengeye bağlıydı.

MORA Üzerine Notlar

Endonezya Din İşleri Bakanlığı (MORA) henüz bağımsızlık mücadelesi verilen yıllarda kuruldu. Temel amacı farklı dini inançları kapsamasıydı. Ancak nüfusun %87’sini oluşturan Sünni ve Şafii Müslümanlar kısa sürede bu bakanlığı kontrollerine aldılar ve yetki alanlarını genişlettiler. Diğer inanç sahipleri için de alt düzeyde görevliler barındırmasına karşın bunların çok önemi yoktur. Nüfusun yaklaşık %10’unu kadarı Hristiyan’dır.

Kurumun önemli kadroları Batılı tarzda eğitim almıştı. İlk dönemlerde ulusal kimliğin yaratılmasında etkin rol oynadı. Elbette geleneksel eğitim alan kimselere iş imkânı veren yegâne kurum olması sebebiyle bazen eleştirilmiştir. Ancak en büyük eleştiri ne laiklerden ne de diğer inanç sahiplerinden gelmektedir. Kurumun en önemli eleştirmenleri buradan dışlanan Müslüman topluluklardır. Suharto’nun (1965-98) arasındaki otoriteryan dönemde komünizmle mücadele adı altında başlayan İslamlaşma politikaları özellikle İslamcı bazı generallerin etkisiyle yayıldı. Suharto kendi sistemini kurmak için MORA’yı gelenekçi Nehdatü’l Ulema ve yenilikçi Muhammediye gibi güçlü dini grupların kontrolünden çıkardı. Yeni başkan açıkça sistemin propagandası için çalıştı. Bu süreçte modern eğitim anlayışı güçlenirken geleneksel medreseler ikinci plana atıldı. Ancak bu baskıcı dini sistem zamanla İslami kurumlara karşı güvensizlik oluşturmuştur.

MORA 2004’e kadar geniş yetkilere sahipti. Din eğitimi veren kurumların yönetimi, dini mahkemeler, evliliklerin düzenlenmesi, zekât ve hayır işlerinin düzenlenmesi ve hac gibi onlarca kamu organizasyonu bu kurumun göreviydi. 2004’de dini mahkemelerin Yüksek Mahkemeye bağlanmasına karar verildi. Ülkedeki mevcut yönetimin, kurumu siyasi amaçları doğrultusunda kullanması yetkisini artırmakla beraber etkisini zayıflatmaktadır.

İki Ülkede Geçiş Döneminde Din-Sekülerlik İlişkileri

Elbette bu analizimizde vurgulamak istediğimiz şeylerden birisi İslam toplumlarında birçok sosyo-politik gelişmenin başka belirleyici faktörlerin etkisiyle yakın tarihlerde yaşanmasıdır. İncelediğimiz iki toplumda da 60’lardan sonra NATO’nun komünizm tehlikesi karşısında laiklik yanlısı yerli devlet yapısını bir parça İslamcı kimliğe zorladığı görülmektedir.

Din derslerinin zorunlu kılınması, tarikatların devlet gözetiminde ve kısmen de olsa serbest bırakılması, DİB ve MORA’nın güçlendirilmesi, İslamcı medya, parti ve okulların açılması 2. Dünya Savaşı sonrası başlayan ve zamanla hızlanan komünizmle mücadelenin birer sonucuydu. Ancak tekrar vurgulamak gerekir ki, bu yıllarda devlet yapısının ana ekseni iki ülkede de laiklik üzerineydi. Bu yıllarda iki toplumdaki ana akım dışı Müslüman ya da başka inançlar yok sayıldı. De-facto şekilde toplum sadece Sünni Müslümanlardan oluşuyormuş gibi kabul edildi. Ancak, Türkiye’de önemli bir Alevi kesim devletin tek-tip Müslümanlık politikalarına direnmiştir. Endonezya’da yaygın Abangan İslami gelenek buna direnememiştir. 1960-90 arasında iki toplumda da devletler bir taraftan İslam’ı komünizme karşı “panzehir” gibi kullanırken diğer yandan dini, laik-ulusal kimlikle uyumlu hale getirmeye önem vermişlerdir. Diyanet ve MORA bunun için önemli kurumlar olmuştur.

90’larda SSCB’nin yıkılmasıyla, daha önce komünizmle mücadele için ses çıkarılmayan İslamcı yükseliş iktidar olmak için laik sistemleri zorlamaya başladı. Bu zorlama iki ülkede de dini söyleme önem veren iktidarları uzun soluklu iktidar sahibi yaptı.

Sonuç ve Değerlendirme

Diyanet ve MORA da seküler liderler tarafından dinde reform yapmak, geleneksel, hurafeci, batıl inançlar bulaşmış bir din yorumunu ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Bu sebeple uzun süre medrese yanlıları ve geleneksel ulema tarafından kabullenilmemişlerdir. İki ülkede de zaman zaman gelenekçiler bu kurumları kontrol etse de bu devamlılık arz etmez. Özellikle üst yönetim kadrosunun modernist olmasına özen gösterilir.

Türkiye, Cumhuriyetin ilanıyla katı laik sistemi benimseyerek temelde dini devlet için tehlikeli kabul etmiştir. Seküler devlet elitlerinin zihninde bu karşı rövanş korkusu laikliği zaman zaman daha da sertleştirmiştir. DİB da bu noktada komünizmi önleme rolü dışında İslami uyanışı iğdiş etme işlevi görmektedir. Ayrıca Türkiye, bulunduğu coğrafi konum ve yaşadığı deneyimler sebebiyle sadece dini değil etnik farklılıklara da tahammül etmemiştir. Bu açıdan Diyanet hem dini hem de etnik anlamda yeni cumhuriyetin ulusal kimlik inşasında rol almıştır.

Endonezya’da ise devletin ilk kurucu ilkelerinden biri tanrıya inanmak olduğundan katı laiklikten bahsedilemez. Elbette sahip olduğu etnik ve dini çeşitlilik de inkâr edilecek düzeyde değildi. Özellikle Hollanda sömürgesi sürecinde her açıdan güçlenen azınlık halkların bağımsızlıkla beraber cezalandırılması yerine Endonezya birliği için yasal güvenceye alınması mantıklı görülmüştür. Ancak MORA bu farklıkları temsil etmez. Hatta yerlilerin İslamlaşması konusunda çalışmalar yürütür.

Özetle, iki ülkede de DİB ve MORA benzer süreçleri yaşamıştır. Geçmişte laik düzen tarafından komünizme panzehir olması için desteklenen bu kurumlar zamanla değişik anlayışlardaki iktidarla da ortak faaliyet yürütmüşlerdir. Bu durum dev bütçeler ve kadrolara sahip kurumların toplumsal etkisini sınırlamaktadır. İki ülkede de laikliğin devlet işleyişine karışması hoş karşılanmazken “dini saha” resmi kurumlar aracılığıyla düzenlenmeye çalışılıyor.

Bir cevap yazın