devlet ve bağımlı din

Otoriter Devlet ve Bağımlı Din

Global, Güncel

Otoriter devlet tüm toplumsal yapıları mutlak itaate zorlayabilir. Gelişmişlik düzeyine göre değişmekle beraber her devlet bunu farklı şekillerde yapar. Despotik düzenlerde tam itaat istenirken gelişmiş toplumlarda baskı aygıtları da post-modern hale gelmiştir. Dolayısıyla en gelişmişinden en ilkeline hemen her toplumda din ve dini kurumlar politik idarenin dikkat kesildiği kurumlardan biri ola gelmiştir. Doğal olarak din, özgürlüğünü ve özgünlüğünü kaybeder. Otoriter devlet ve bağımlı din Jung’un Keşfedilememiş Benlik eseri üzerine yapılmış bir analizdir.

Modern devletler en önemli kaynağı olan bireylerin-vatandaşların kendisi dışında bir bağlılıklarının olmasını istemez. Din ise yapısı gereği bağlılarının sadece ölüm sonrası veya ruhsal yönleriyle değil kişiye göre değişmekle birlikte tüm gündelik yaşamlarını kontrol etmek ister. İki güçlü kurumun bu tarihsel çatışması çağımızda ağırlıklı şekilde devlet lehine sonuçlanmıştır. Bu durumda din, devletle uzlaşmak zorunda kalmıştır. Ancak dünyevi devletin talepleri dinin metafizik boyutunu törpüleyip dünyevileştirmiştir. Dinin ilahi yönünün törpülenmesiyle ortada seküler bir organizasyon kaldı. Asıl gücünü ilahi mesajdan alan din böylece toplumsal zeminini ve devlet için rakip olma potansiyelini kaybetti.

İletişim araçları ve ideolojik propaganda fırsatları sayesinde modern devletler tarihte hiçbir diktatörün sahip olmadığı kontrol imkanlarına kavuşmuştur. Din de bundan nasibini almış ve devletin kontrolüne girmiştir. Dahası devlet tanrının yerini almıştır. Sivil din tartışmaları bu bağlamda önemlidir. Özellikle dinle sıkı bir çatışma yaşayan sosyalist ülkelerde dinin yerini almaya çalışan devletin inanç yerine ideolojiyi, ibadet yerine de devlet köleliğini koyması bunla ilişkilidir. Bu tür ideolojik yönetimler toplumu bir şekilde ikna etmeyi deneyeceği için dini ve ideolojiyi kullanırlar. Bunlarda başarılı olamazlarsa şiddet ve fanatizm devreye girer. Din, milliyetçilik ve ideoloji yönetim güçlerini ele geçirdiğinde amaca ulaşmak için en aşağılık yolları bile meşru görmeye-göstermeye çekinmez. Çünkü dar yönetim kadrosu halkın “değişimi” ve “mutluluğu” için bir miktar zorlamanın, hilenin gerekliliğine inanır. Bu tür büyük anlatılara saplantılı şekilde bağlı kadro ve liderler despotizmin ve vahşetin en korkunçlarını bile davalarıyla kolayca tevil edebilirler.

Jung devletin tanrılaşması ve despotlaşmasını şöyle özetlemiştir;

“Devlet tanrılaştıkça devletin politikaları da iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi ve kötünün ötesinde bir yarı-tanrı haline gelir ve ona kendini adayan insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi şereflendirilir. Sadece bir tek gerçek vardır, ondan başka hiçbir gerçek yoktur. Bu gerçek kutsal ve dokunulmazdır, eleştiri üstüdür. Farklı düşünen herkes bir zındıktır ve tarihten de bildiğimiz gibi, her türlü kötü akıbetle karşılaşma tehlikesi içindedir. Sadece politik gücü elinde bulunduran parti başkanı Devlet doktrinini aslına sadık biçimde yorumlayabilir. Bunu da kendine uygun gördüğü bir şekilde, kafasına estiğince yapar.”

İçindekiler

Kamusal Din ya da Sivil Din

Kamusal din, devletin dinden aldığı taktiklerle vatandaşlarını kendisine bağlamak için geliştirdiği yarı-dinsel bir sistemdir. Normal dinlerdeki gibi tanrı, peygamber, şehitlik, kurtuluş ilkeleri, cennet-cehennem vaadi, zebaniler, huriler yoktur. Ancak biraz dikkat kesilirse modern devletlerin de tanrılarının, şehitlik payelerinin, cennetlerinin, cehennemlerinin, zebanilerinin vb. olduğu görülecektir. Çoğu zaman da devletler bunu dinden aldıkları kavramlarla zenginleştirdiklerinden sıradan vatandaşlar devlete bağlılıkla dinlerine bağlılıkları arasındaki ayrımı fark edemezler. Dindarlığı gereği yaptığını düşündüğü çoğu şeyin aslında tanrıyla ilişkisi kalmamıştır. Diğer yandan devlet, dinden içini boşaltarak aldığı söylem, slogan ve emirlerle kendi sistemini koruma derdindedir.

Jung devlet ve bağımlı din arasındaki ilişkiyi analiz etmiştir. Ona göre bayrakların, flamaların, bandoların ve kitlesel geçiş törenlerinin kilisenin ayinlerinden, büyük dini törenlerden veya şeytan taşlama ayinlerinden farkı yoktur. İki törende de kitleler birlik ve güç toplarlar. Dini törenlerde şeytana karşı bir korunma vaat edilse de devletin güç gösterilerinde birey somut bir korunma ve kolektif güven duygusu yaşar;

Sonuç olarak, birey devletin gücüne, yani kitle zihniyetine daha fazla sarılacak, böylece kendini devlet’e hem fiziksel hem de manevi olarak daha fazla teslim edecek ve sosyal kudretini ve yetkisini tümüyle yitirecektir. Tıpkı kilise gibi devlet de kişilerden şevk, özveri ve koşulsuz sevgi talep eder. Nasıl ki dinler ‘tanrı korkusuna’ gerek duyar veya bunun var olduğunu farzederse, diktatör devlet de gerekli korku ortamını yaratmaya aynı ölçüde özen gösterir.

Devlet bireye hedefler koyma konusunda da dinle rekabet eder. Dinin kötülükten korunma, tanrıyla barışık olma, cennete gitme gibi soyut hedefleri yerine devlet, daha kısa çalışma saatleri, erken emeklilik, gelir eşitliği, refah düzeyinin artırılması gibi somut hedefler koyar. Mantık aynıdır. Ancak kitlelerin yönü metafizik alandan dünyevi alana kaymıştır. Devletin stratejik başarısı bu dünyevi hedeflere güçlü birer dinsel şevk duygusu vermesindedir. Bütün bunları yaparken birey iyice önemlini kaybeder. Yalan politik hayatın efendisi olurken kitleler “körleşir”;

“Diktatör devlet bireyin haklarını elinden almakla kalmaz, varlığının metafizik temellerinden yoksun bırakarak bilfiil ayaklarının altındaki zemini de kaydırır. Bireylerin kişisel ahlaki kararlarının hiçbir hükmü yoktur. Önemli olan kitlelerin ‘kör hareketidir’ ve ‘yalan’ politik hareketin etkin bir prensibi haline gelir. Tüm haklarından mahrum bırakılmış milyonlarca devlet kölesinin varlığının kanıtladığı gibi, devlet bu durumdan karlı sonuçlar çıkartır.”

Devlet de din gibi topluluk, cemaat veya komün fikrine sıcak bakar. Ancak unutmamak gerekir ki bu topluluk iyi dengelenmezse bireye güvence vermek yerine baskı uygular. Hedef vatandaşların veya dindarların huzurunu, birliğini ve güvenliğini sağlamakken topluluk baskı aygıtına dönüşebilir. Dolayısıyla topluluk baskı yaptıkça toplumun bütünlüğünü bölen bir güvensizlik duygusu yaratır. Kitleleri örgütlemekte etkili bir yöntem olan topluluk iyi yönetilmezse kendisine dönen bir silaha dönüşür.

İçerisinde güçlü bireylerin ve güven duygusunun olmadığı toplum gerçek bir toplum sayılmaz. “Kaç tane sıfır eklerseniz ekleyin bir birim elde edemeyeceğiniz gibi, bir topluluğun değeri de onu oluşturan bireylerin ruhsal ve ahlaki büyüklüklerine bağlıdır.” Köklü değişimler için gerekli güçlü bireyler ne kilise vaazlarında ne de devlet törenlerinde yetişir. Bunlar ancak “insanın insanla ilişkisinden doğar!”

Modernite Başarılı mı?

Jung’un devlet ve bağımlı din bağlamında tartıştığı konulardan birisi modern düzenlerin insanların inanma ve ontolojik güven ihtiyacını karşılayıp karşılayamadığıdır. Ona göre çağımız çelişkilerle doludur. Dünya’nın bir yanında dinsel ve ruhsal özgürlükler belli sınırlar dahilinde garanti edilirken diğer yanda kaotik bir durum söz konusudur. En gelişmiş laboratuvarlar ve tesislerimizin önlemekte yetersiz kalacağı dinsel fanatizm korkunç bir ruhsal enfeksiyon yaymaktadır. Bu durumun mantık ve sıradan ahlaki fikirlerle üstesinden gelemeyiz.

İnsanoğlu uzayı keşfedip türlü makineleri icat ederken bunların kölesi olduğunu fark edememiştir. “İnsan, fiziksel varlığını koruyacağı iddia edilen savaş teknolojisi tarafından sindirilmekte ve tehlikeye atılmaktadır.” Aydınlanmanın bilimciliği nihayet insan gerçeğine toslamıştır. Bu açıdan modernite başarılı görülmemektedir. Jung sonuçları itibariyle modern medeniyetin teknik başarılarının insanı mutlu ve güvenli kılmaya yetmeyeceğini ileri sürmektedir. İnsanı, “başarıları ve mal varlıkları daha büyük insan yapmaz; aksine, üretimin “adaletli” dağılımı kuralı altında çalışan fabrika işçisinin kaderinin de bize gösterdiği gibi, bu insanı küçültür.

Çağımızın sorunu teknik ve teknolojide değil ortaya çıkardığı arızalı ruhsal durum ve eşitsiz düzendir. Nihayet güvende olmak ve hayatına anlam yüklemek isteyen birey ve kitleler iki açıdan da moderniteden beklediğini alamamaktadır.

Sonuç

Kitlesel propaganda toplumları ne kadar etkilerse etkilesin bir gün bireyin hak ve isteklerine boyun eğmek zorundadır. Bireyi gözardı ederek hiçbir komünal dini, etnik, ideolojik sistem kalıcı başarıya ulaşamaz. Kısmı başarılar olsa da nihayetinde bireysel başarılarla desteklenmedikçe sistem çökmeye mahkumdur. Devlet ve bağımlı din başarı için bireyin gelişiminin önünü açmalıdır. Geçmişte dar bir çevrede sunulan özgürlük alanları devletleri başarılı kılabilirken günümüzde kitlesel özgürlük gerekmektedir.

Devletler otoriter eğilim gösterdiği dönemlerde dini kullanma konusunda hevesli oluyor. Çünkü kitleleri otoriterliğe ikna etmek, çekilecek sıkıntılar için memnuniyet oluşturmak, lidere ve yönetime bağlılığı meşrulaştırmak için dinin sunduğu imkanlar güçlüdür. Toplumlar duygusal dinsel söylemlerle büyüdüğünden devlet bunları kendi amaçları için dönüştürüp kullandığında bireyler neyin dinsel neyin din dışı olduğunu anlayamamaktadır. Aslında dini söylem ve kavramlar devletin hizmetine girerken bireyler de tanrıdan devlete yönelmektedir.


Not: Bağlantılı olarak, Otoriter Devlet ve Birey Üzerine Yorumlar: Jung İle Bir Analiz yazısını okuyabilirsiniz.

Bir cevap yazın