Avrupa'da Yeni-Seküler Dindarlık ve Milliyetçilik

Avrupa’da Yeni-Seküler Dindarlık ve Milliyetçilik

Din, Global, Politika

Bu analiz milliyetçilik konusunda çokça çalışması bulunan Rogers Brubaker tarafından kaleme alınan A new “Christianist” secularism in Europe isimli makalesine odaklanmaktadır. Günümüz Avrupa’sında dinin nasıl bir şekil aldığını, din-politika ilişkilerini, seküler dindarlığın görünümü ve sekülerleşmenin durumunu merak edenler için kısa-öz bilgiler içermektedir. Avrupa’da seküler dindarlık ve milliyetçilik Türkiye’deki politik-sosyal süreci anlamamıza da ışık tutmaktadır.

Batı Avrupa toplumları üzerine yapılan analizler ilginç bir şekilde yakın gelecekte ülkemizde yaşanması kuvvetle muhtemel sosyal olguların ön analizidir. Toplumlar moderniteyi “dönüşümlü” yaşadıklarından bu şaşırtıcı değildir. Batılı gelişmiş toplumlarda dinin yeni görünümü üzerine alanın en yetkin uzmanlarından biri tarafından yapılan bu okumaya göre 19 ve 20. yy’ın belirli dönemlerinde hızla sekülerleşen Avrupalılar son 60 yılda bir kaç ana sebeple dine dönme sinyali veriyor. Ancak bu dönüş Orta Çağın tam itaat isteyen kilisesine bir dönüş değildir. Üstelik bu dönüşümü anlamak için sadece sekülerleşme ve laiklik üzerinden yapılacak okumalar da yeterli değildir. Yeni durumu anlamak için yükselen aşırı-sağ veya milliyetçi sağı da aynı analizin içinde tutmak gerekecek.

Avrupa’da din. Avrupa’da yeni dini yaşam. Avrupa’da dindarlık. Avrupa’da seküler din. Avrupa’da milliyetçilik. Avrupa’da aşırı-sağ

İçindekiler

Aşırı-Sağın Dinle İmtihanı

Din hala gündelik yaşamı, politikayı, ekonomik ve kültürel gelişmeleri anlamada önemini korumaktadır. Devletlerin takip ettikleri katı laiklik yanlısı politikalar ve güçlü seküler kültürlenme ajanları da bunu değiştirememiştir. Elbette gündelik yaşamdaki izleri siliniyorsa da 1960’lardan sonraki işçi ihtiyacı seküler Avrupa’yı yeniden dinle tanıştırdı. Çağdaş Batı toplumlarında artan Müslüman göçmenler son on yıllarda popüler-aşırı sağın güçlenmesini tetiklemiştir. Göçmen düşmanlığıyla tanınan bu sağ partilerin özelliklerinden biri de elbette Hristiyan geçmişlerine vurgu yapmalarıdır. Avrupa’da artan İslamofobik saldırıların altında da bu çevrelerin ideolojik etkisi vardır.

Brubaker’e göre Avrupa’nın yeni “üst kimliği” Hristiyanlıktır. Ona göre özellikle sekülerleşmiş Batı toplumlarında içi boşaltılan Hristiyanlık seküler Batı değerlerinin korunmasında bir üst çatıya dönüşmektedir. Burada Hristiyanlığın kurumsal dönüşümü değil toplumun dine yüklediği anlam öne çıkarılmaktadır. Aşırı-sağ partiler, en büyük sorun olarak gördükleri Müslüman göçmenlere karşı Hristiyanlığı kendilerine kalkan yapmaktadır. Kamusal alanda artan Müslüman görünürlüğü “tepkisel Hristiyanlığı” güçlendiriyor. Sonuçta ulusal/etnik/mezhepsel kimliklerden ziyade “Hristiyanlık” üst kimliği altında Müslümanlara karşı koymak gerektiği inancı yayılıyor. Neticede Mısır, Türk, Kürt, Fars, Hint coğrafyasından toplanıp gelen Müslümanlar bir bütün olarak görüldüğüne göre Alman, İngiliz, Fransız, İskandinav olmanın da bir anlamı yoktur. Aynı şekilde, yeniden yorumlanan Hristiyanlığın teolojik boyutu dışarıda tutulduğundan kendi aralarında geçmişte çok kanlı hesaplaşmalara neden olan mezhepsel farklılıkların da önemi yoktur.

Aynı şey farklı kültür, coğrafya ve orijinlerden gelen bütün göçmenlerin de “Müslüman” olarak tek kimlik altında damgalanmasına neden oluyor. Aslında tarihsel oryantalist bakış ve İslamofobik miras bu topluluğu ayrı milletler ve bireyler şeklinde algılamaktan alıkoyması gerekirken göçün ilk yıllarında bu göçmenler bazı tasniflerle ayrıştırılıyordu. Sağın yükselişiyle Müslümanların alt-kültürlerinin ve bireysel kimliklerinin önemi azaldı. 11 Eylül ve sonrasında Avrupa’da yaşanan bombalı saldırılar bu dönüşümde önemli bir kırılma noktasıdır.

Brubaker’e göre seküler, aşırı sağ Avrupa, Müslümanları öteki olarak tanımlarken kendisi de “o halde biz de Hristiyan olmalıyız” anlayışını geliştirmektedir. Elbette bunu “Judeo-Christian” ya da Yahudi-Hristiyan çatı şeklinde anlamalıyız. Waardenburg’un 90’lı yıllardaki “yeni soğuk savaşın nesnesi İslam’dır” öngörüsü gerçekleşiyor. Manevi-tanrısal boyutu dışlanan Hristiyanlık da de-facto şekilde bu savaşın diğer tarafına oturtulmuş oluyor. Sağ, değerleriyle sorun yaşadığı Hristiyanlığı ihtiyaç duyduğu kuşatıcı kimliği yaratmak için kiliseden ödünç alıyor. Sol ise yeni süreçte çokkültürlülüğün ve dinin kamusal alanda yer almasını sorun etmemektedir.

Brubaker, İslam’ın tehdit ettiği düşünülen Batılı yaşam tarzı, özgürlük, demokrasi, eşcinsel hakları, cinsiyet eşitliği gibi konuların bile bu yeni “Hristiyancılık” içerisinde dinle meşrulaştırıldığını düşünüyor. Aslında yeni Hristiyancılık bir çeşit sekülerleşmedir. Amacı Batı’nın seküler değerlerini İslam’a karşı korumaktır. Yeni dönemde din ulus-devletlerin değil medeniyetlerin inşasında rol üstlenmektedir. Ancak elbette bu din teolojik-tanrısal boyutunu yitirmiş olacaktır. Diğer bir deyişle sekülerliğin dinsel boyutu tartışmaya açılmıştır. Aslında dinin politik amaçla sekülerleştirilmesi ve sivil din tartışmaları ulus-devletçiliğin tarihi kadar eski olduğundan buna şaşmamak gerekir.

Neden Göçmen Düşmanlığı?

Yeni sekülerliğin veya sağ-milliyetçiliğin en önemli sorunlarından birisi göçmenlerdir. Onlara göre göçmenlerin “dindar ve Müslüman” olduğu teorisi her şeyi değiştiriyor. Sağın göçmenlerle asıl sorunu salt İslam orjinli olmaları değil aynı zamanda ataları gibi dindar olmalarıdır. Bir kaç kuşak Avrupa’da yaşayan, en iyi kurumlarda eğitim alan bireylerde bile görülebilen bu dindarlık Avrupalı değerlere tehdit olarak algılanmaktadır.

Yeni din ya da Avrupa’da seküler dindarlık yazara göre aslında Hristiyanlık değil Hristiyanizm şeklinde okunmalıdır. Doğuşu İslam ve dindarlık karşıtlığında aranmalıdır. Normal bir din değil ama seküler ve liberal yaşam tarzının korunması için rakip görülen geleneğe atıfla bu şekle bürünmüş bir kimlik var. Kendi ifadeleriyle, bir zamanlar liberalizmin, sekülerizmin ve modernitenin karşıtı olarak görülen Hristiyanlık şimdilerde hızla bir medeniyet dayanağı olarak eşitlik, özgürlük, eşcinsel hakları, cinsiyet eşitliği ve insan haklarının matrisi görülüyor. Başkalarının “dinden çıkmak için din” dediği bu durum uzun zamandır Hristiyanlığı seküler-liberal Avrupa değerlerini meşrulaştırmak için dönüştürmeyi isteyenleri destekliyor.

Dinin Sekülerleşmesi ve Aşırı-Sağ

Hristiyanlığın yeni sağın seküler değerlerine payanda yapılması sekülerliğin en üst düzeyde yaşandığı Kuzey ülkelerinde anlaşılır bir durumdur. Çünkü buralarda zaten normal Hristiyan yaşam tarzı marjinalleşmiştir. Burada teolojisi, inançları ve ritüelleri dışarıda bırakılan Hristiyanlık, kültürel ve uygarlık açısından yeniden yorumlanabilir. Dinin ruhani boyutunun dışarıda tutularak devletin veya Avrupa toplumlarının ulusal-medeniyet inşa-muhafaza sürecinde kullanılması sivil din ve seküler din tartışmalarını alevlendirmektedir. Özellikle dindar Hristiyan toplumlar dinin politik amaçlar için bu şekilde kullanılmasını kabul etmemektedir.

Dinin sekülerleştirilerek kültüralize edilmesi ve kamuya döndürülmesi aşırı sağ gruplar için iki açıdan mantıklıdır. Bir, ilahi yönü budanmış din laik devletle sorun yaşamayacak ve kültürel düzeyde üst kimlik oluşturacaktır. İki, diğer dinlerin gündelik yaşamdaki görünürlüğü yeni Hristiyanlığa zarar vermeden engellenebilir. Elbette Avrupa’da seküler dindarlık politik zeminde güçlendikçe göçmenlerin entegrasyonunu yeniden düşünmeyi zorlayacaktır. Hristiyanlığı olduğu haliyle devletin politik zemini yapmak mümkün değilken yeni icat edilen Hristiyanizm buna uygundur. Bu şekilde Hristiyanlık İslam’a karşı güçlü bir kültürel-ideolojik zemin oluşturacaktır. Kaldı ki birçok sivil din örneğinde de dinin politik amaçlarla kullanımına şahit olmaktayız.

Avrupa’da yükselen sağ partiler sıklıkla “aşırı” şeklinde etiketlenmektedir. Ancak sağ parti liderleri İslam karşıtlığı başta olmak üzere savundukları değerlerin geleneksel batı değerleri ve liberal yaşam tarzı olduğunu vurgulayarak “aşırı-sağ” sıfatını reddetmektedirler. Elbette Avrupalı bazı sağ politika öncülerinin marjinal İslamcılarca öldürülmesi de sağ siyasetçileri kitlelere tanıttı. Onlar da sıklıkla İslam’ı canavar, vahşi, geri kalmışlık üzerinden yaftalamaya devam ettiler. Kuzey ülkelerinde güçlenen sağ politik söylem zamanla Polonya, Danimarka, Fransa ve bir çok ülkeye yansıdı. Kitle desteğini artırmak için İslam karşıtlığının yanında ifade özgürlüğü, cinsiyet eşitliği, eşcinsel hakları, insan hakları ve hayvan hakları konularında etkin çalışmalar yürütmeleri başarılarını artırdı. Ancak dikkat çekici olan İslam karşıtlığını Avrupa’nın Hristiyan geçmişine atıfla yapmaları. Yani klasik milliyetçi sağ partilerden farklı olarak bu sağ partiler ulusçuluk değil medeniyetçilik yapmaktadır.

Değerlendirme

Avrupa’da seküler dindarlık analizi konuya “biraz” vakıf olanlarca tezatlarla dolu olabilir. Yazar bu sebeple sonuç kısmında bunu özetle açıklar; Dünya’nın en seküler bölgesi kabul edilen Kuzey-Batı Avrupa şimdilerde yeni bir din-medeniyet teorisiyle meşgul. Yine milliyetçi-ulusal olması gereken partiler yeni bir medeniyet-din teorisiyle aslında çıkış noktalarını inkar ediyorlar. Hristiyanlık yüzyıllarca mücadele ettiği liberal değerlerin meşrulaştırıcılığına dönüşüyor. Ekonomik ve politik hedeflerle kurulan AB de giderek sağ politikacıların etkisiyle bir din-medeniyet projesine dönüşmektedir.

Özetle, Avrupa, Aydınlanma düşüncesinin çizdiği rotada dini ve etnik kimliklerini bir kenara bırakmaya çalıştı. Ancak artan iş gücünü karşılamak için kapılarını açtığı göçmenlerin etkisiyle geri dönüş yapmaya zorlanıyor. Elbette dönmesi istenen yer klasik Hristiyanlık değil. Ancak sekülerleşmiş bile olsa dinin yeniden politik söylemin merkezine çekilmeye başlanması dikkat çekicidir. Bir çok tarihsel zıtlığı içerisinde barındıran bu yeni üst-kimlik icat etme sürecinin nereye varacağı bilinmez ama şimdilik politik zeminde karşılık bulmaktadır.

Son söz, ülkemizde de artan dini-milliyetçi söylemin lokal olmadığı görülüyor. Bu, ABD ve Avrupa’da karşılığı olan siyasi bir olgudur. Belli ki küreselleşmenin doğurduğu “dünya vatandaşlığı” kimliği tatmin edici değildir. Dönüşümlü modernlik her toplumu farklı zamanlarda sekülerleştirdiği için kültürel rekabete engel olamamaktadır. Çevre ülkelerde de din sekülerleşirken milliyetçilikle daha da yakınlaşacaktır. Türkiye de bu süreci yaşıyor görünmektedir.


Bir cevap yazın